Varoluşçuluk Girdapları


 Yaşamın bir anlamı yok mu? Dünya üzerinde düşünebilen tek ırk insansa ben neden insan olarak şeçildim? Benim anlamın nedir? Farkındalığın farkında olabilmek için geçirilen düşünce krizleri son bulabilir mi? Varoloşun temeli tüm benliğime işkence ederken gerçekten mutlu olabilir miyim? Gerçek mutluluk tanımı var mıdır? Benim gibi düşünen hisseden dünya üzerinde kaç kişi var? Özbilinçlilik benim varoluşumsa evren üzerinde bir anlamı olabilir mi insanoğlunun? Kendi varlığımı sorgulamak ruhsal bir hastalıksa tedavisi var mıdır?İkilemlerden, çıkmazları umutlara dönüştürebilir miyim? Özgürlüğe mahkumsam, özgürlük özgürlük olur mu? Hayatımda en büyük problemim varoluşçuluğun ölümünle son bulduğunda hiçlik anlamsızlığını anlamlandırmaya çalışmam. 

 İnsanlar varolduklarından bu yana çevrelerini sürekli araştırmış ve bunu değiştirme çabası içerisinde olmuşlardır. Giderek artan ve 21. yüzyılda oldukça üst bir seviyeye çıkan bu ilerleme ile birlikte insanlık, büyük bir hızla ve cesaretle dünyaya, uzaya, maddeye ve canlılığa dair pek çok bilinmeyeni araştırmış, pek çok soruya yanıt bulmuştur. Russell’a göre bilimler, beklenilenin aksine insanlara uzak olanın incelenmesinden yakın olanın incelenmesine doğru giden (gökler, yeryüzü, hayvanların ve bitkilerin yaşamı, insan bedeni ve eksik de olsa insan zihni) bir sıra ile gelişmişlerdir. Bu çerçevede insanlar, önce kaba ve uzak olanı daha sonra da detaylı ve yakın olanı anlama çabasına girmişlerdir. Bundan dolayı önce teknik alanlar gelişmiş, insanların kendi iç dünyalarını diğer bilimlerden bağımsızlaşarak incelemeye odaklanmaları ise ancak geçen yüzyılda mümkün olmuştur. Bu eş zamanlı olmayan gelişim insanların ilerlemiş teknik alanların gücü sayesinde doğa üzerinde egemenlik kurmasını sağlamış ancak kendi varoluşuna odaklanmayı ihmal etmesine yol açmıştır.

   İnsanlığın doğaya egemen olma çabası, onu hem doğadan hem kendisinden uzaklaştırmış ve insan doğadan kopmuş olma sonucu benzersiz bir ontolojik suçluluk yaşamıştır. Böylece “Homo Sapiens’in büyük ormanlardan çıkıp modern kentlerde yaşamaya doğru gelişen serüveni, onun korkularını azaltmamış tersine arttırmıştır”. May’e göre insanlar teknik güçlerini genişletmek konusunda sınırsız davranmakta, varlık duygularını ise baskılamakta ve elindeki gücün kontrolünü giderek yitirmekte, onu dizginlemekte zorlanmaktadır. Varlık duygusunu baskılama ve onun üstünü örtme, insanın kendisine dair hayallerinin, tasarımlarının, sorumlu bir kişi olarak kendisinin, değerlerinin ve kendi insanlığının parçalanması ve yok olmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu durum insanların doğa ile mücadelelerinin kendilerine karşı bir savaşa dönüşmesine yol açmıştır. Bunun sonucunda insanlar “yaşamın bir anlamı yok mu?“ sorularıyla terapistlere akın etmeye başlamışlardır. Jerry Mandel’in  yayımlanmamış makalesinde insanın teknik gücünün gelişmesinin insan yaşamı üzerindeki olumsuz etkisi şu şekilde açıklanmaktadır:
   ''Teknoloji, bizi, yaşamımızı sürdürme becerilerinden mahrum bıraktı. Bu nedenle kişinin kendi başına çaba harcamaksızın yaşamasını garanti eden bir refah sistemi geliştirdik. Ülkedeki tüm nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için işgücünün sadece %15’inin yeterli olduğu bir yerde iki sorunla karşı karşıya geliriz. Hangi yüzde %15 çalışacak ve diğerleri (çalışmayanlar) vazgeçilmez olmadıkları gerçeği ve sonuçtaki anlam kaybıyla nasıl başa çıkacaklar?''

   Doğa karşısında bu belirleyici güce sahip olmasının temelinde insanları diğer canlılardan ayıran büyük farklılıklar olması gerekir. Diğer hayvanlar ve insanlar biyolojilerinin işleyişi ile ilgili ilkeler bakımından pek çok ortak özelliğe sahiptir. Diğer hayvanlar gibi insan yaşamının bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Diğer taraftan insanlar, pek çok biyolojik özelliği bakımından, diğer canlıların sahip olduğu donanıma, güce ve dayanıklılığa sahip değildir. Diğer canlılardan zihinsel olarak daha gelişmiş olması insanların en önemli farklılığıdır. Ancak, insan kendisini diğer canlılardan hem daha gelişmiş hem daha zayıf yapan bir özelliğe sahiptir: Kendi varoluşu. Bu ayırıcı özelliği Wahl,Heidegger’in “Yalnız insan gerçekten varolur. Hayvanlar yaşar; matematik nesne sürüp gider; araçlar elimizin altındadır; imgeler kendini gösterir, ama bunların hiçbiri varolmaz“ sözleriyle aktarmaktadır.

   Gerçekten de hayvanlar çevrelerinin farkındadır. İnsan ise farkında olduğunun da farkındadır. Bunun da ötesinde insan kendi varoluşundan da haberdardır. İnsan dışındaki diğer varlıklar sadece belirli yasalara göre varlıklarını sürdürürler. Bu nedenle hayvanların sadece bir çevresi insanların ise anlamlandırdıkları bir dünyaları vardır. Frankl’a göre ise insanları diğer canlılardan ayıran özelliklerden birisi de onun yaşamını sürdürmesini sağlayacak bir anlam arayışı içinde olmasıdır.

   From, insanın kendisini doğadan ve diğer insanlardan farklı bir varlık olarak görmesini ve kendisinin farkına varma yetisini “özbilinçlilik” olarak adlandırmaktadır. Bu bilinç, belli belirsiz de olsa insana hastalıkların, yaşlanmanın ve ölümün farkındalığını sağladığı gibi, kendi varlığının evrenin varlığının yanında ne kadar önemsiz olduğunu hissettirmektedir. Benzer şekilde Yalom' da ‘öz-farkındalığın’ insanı insan yapan eşsiz bir armağan olduğunu, ama bu armağanın varoluşumuzu ölüm gerçeği ile gölgeleyip yaraladığını ifade eder. Eagleton’un Heidegger’den aktardığına göre insan diğer varlıklardan farklıdır, çünkü kendi varlığını sorgulayabilir. Öyle ki bu sorgulamanın getirileri; ikilemler, endişeler, çıkmaz ya da bir yük olabileceği gibi tam tersine bir umut kaynağı ya da bir hediye de olabilir. May’e göre de “varlık duygusu sevgi, ölüm, kaygı ve önemsenmeye dair duygular gibi en derin, en temel sorularla iç içedir.”

   İnsanların diğer canlılardan farklılıkları olmasının yanı sıra insanlık tarihinin içinde tarihsel dönemler arasında da yönelimler ve algılamalar olagelmiştir. Tillich insanların yaşadıkları kaygılara ilişkin, tarihin farklı dönemlerinde farklılığı şu şekilde açıklar:

    ''Antik uygarlığın sonunda varlık kaygısı, ortaçağın sonunda ahlaki kaygı, modern çağın sonunda ise ruhani manevi kaygı ağır basmaktadır. Bu dönemler çağların sona ermesi ve yeni çağların başlamasına yol açan imparatorlukların çökmesi, yeni dinlerin ortaya çıkması ve büyük savaşlar gibi köklü değişimlerin görüldüğü dönemlerdir. Bireylerde de farklı düzeylerde bulunan kaygı, alışılmış anlam, güç, inanç ve düzen yapıları çözülmeye başlayınca tıpkı toplumlarda olduğu gibi genel hale gelmektedir.'' 

    İnsan yaptıklarının ve dünyasında olup bitenlerin bilincindedir. Bununla birlikte diğer insanlardan tümüyle soyutlanabileceğinin ve yalnız kalabileceğinin de bilincindedir. Bu olasılık ona yok olma korkusu yaşatabilir. Yok olma hiçlik, hiçlik ise ölümle sembolize edilmektedir. Feldman ve Snyder’a göre, ölümlü olduğunu bilmek insanlara yaşamın bir anlamı olup olmadığı konusunda varoluşsal bir kaygı verir. Bu kaygı ise insanların yaşamlarında düzen,süreklilik ve anlam bulunması yolu ile azaltılabilir. Bu anlam da genel olarak kültürün sağladığı sembolik ölümsüzlükten beslenir. Frankl’a göre, anlam arayışındaki nihai başarısızlık, yani anlamsızlık ise insanları yaşamın değeri ve anlamı konusunda şüpheye götürür. 

Sorun?

   Anlamsızlık duygularının insanları kitleler halinde egemenliği altına almaya başlamasının 20. yüzyılda gerçekleştiği ileri sürülmektedir. Bu çerçevede Eagleton, “yirminci yüzyılda yaşamın anlamı üstüne pek çok çağdan daha ızdıraplı bir biçimde derin derin düşünülmesinin altında bu yüzyılın insan hayatını korkunç derecede değersizleştiren bir çağ olmasının yatabileceğini” belirtir. Ayrıca Frankl’ın “Auschwitz'den bu yana insanın ne yapabileceğini biliyoruz. Hiroşima'dan bu yana da neyin tehlikede olduğunu biliyoruz” sözleri bu değersizleştirmenin ve tehdidin boyutlarına işaret etmektedir.  

 Klinik çalışmaları ve psikoloji-psikiyatri alanındaki meslektaşlarının deneyimlerine dayanarak yirminci yüzyılın en büyük sorununun anlamsızlık ve boşluk duyguları olduğunu ifade eden May’e göre de “insanlar ne istediklerini bilmedikleri gibi ne hissettiklerine dair hiçbir fikir sahibi değillerdir”. Tillich, modern çağın sonunda boşluk ve anlamsızlık duyguları baskın hale geldiğini ileri sürer. Nitekim Frankl’a göre, eski çağlardan farklı olarak modern çağda insana nasıl davranması gerektiğini söyleyen gelenekler ve geleneksel değerler kaybolmuştur. Artık bu yönlendirici etkenlerden yoksun olduğu için insanlar bazen neyi yapmayı arzuladığını da bilemezler. İnsanlar ne istediklerini bilmedikleri bir durumda hayvanlara bir güvence veren içgüdülerini de yitirdikleri için, sürekli olarak seçim yapmak zorundadırlar. Sonuç olarak insanlar ya başkalarının yaptığı şeyi yapar uydumculuk, konformizm ya da başkalarının ondan yapmasını beklediği şeyleri totalitercilik yaparlar. 

   Cushman’a  göre ise II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan kültürel değişimler, 60’lı yıllardaki kültürel krizler ve 80’li yıllarda yükselen muhafazakârlık beraberinde toplum, gelenekler ve ortak anlamların geniş çapta yitirilmesine yol açmıştır. Yaşamın temellerindeki bu travmatik değişimler de boşluk, kişisel değersizlik ve duygusal bir açlığı ortaya çıkarmıştır. May, bu toplumsal değişimin eşliğinde, günümüz insanının en büyük korkularının “hadımlaştırma değil, dışlanma/toplum dışına itilme korkusu” ve “insanların, dünyalarını yitirme tehdidi karşısında duyulan korkular” olduğunu savunmaktadır. Bu çerçevede Kierkegaard, Nietzsche ve onları izleyen varoluşçular, insanların kaygı ve umutsuzluklarının nedeninin önce varlık duygusunu sonra da dünyalarını yitirme korkusundan (insanların ilişkilerinin kopması, anlamsızlaşması, kendilerine ve doğal dünyaya yabanlaşmalarını) kaynaklandığını vurgular.

   Anlamsızlık ve boşluk duygularının yaygınlaştığı modern çağda, yaşamın insana yüklediği sorumluluklar da yerli yerinde durmaktadır. Frankl yaşamın, nihai anlamda karşılaşılan sorunlara çözümler bulmak ve yaşamın her alanında kesintisiz bir şekilde her bireyin karşısına çıkan görevleri yerine getirme sorumluluğunu üstlenmek anlamına geldiğini vurgulamaktadır. Adler’e göre, yaşamın kendisine yüklediği bu görevlerin altından başarıyla kalkan insan, yaşamın anlamının başkalarıyla paylaşma ve ortak çalışma olduğunu kendi içinden gelerek benimsiyormuş gibi davranan insandır. Bu kapsamda yaşamda insanları bekleyen üç temel ödev vardır. İlk olarak insanlar, dünyada yaşadıkları gerçeğini kabul etmeli ve yaşamın olanakları ve sınırlılıkları olduğu gerçeğine uygun hareket ederek kendilerini geliştirmelidir. İkinci olarak, insanlar yetersizliklerinin ve güçsüzlüklerinin farkında olmalı, dolayısı ile tek başlarına var olamayacaklarını bilmelidir. Dolayısıyla, insanlar ancak diğer insanlarla dayanışarak yaşamda kalacaklarını da bilmeli ve buna uygun yaşamalıdır. Üçüncü  olarak insanlar, sevginin yaşamsal önemini bilmeli ve buna uygun yaşamalıdır. Bu üç ödev, insana, üç farklı sorumluluk yüklemektedir. Adler bu üç sorumluluğu şu şekilde ifade etmiştir: 
    “ Yeryüzünde doğal koşullarda hayatta kalmamı sağlayacak nasıl bir uğraş bulabilirim kendime? İnsan soydaşlarımın arasında kendime nasıl bir yer belirlemeliyim ki, onlarla birlikte çalışıp toplumsal yaşamın nimetlerinden onlarla birlikte nasıl yararlanabileyim? İnsanların iki ayrı cinsiyete ait olduğu, insan soyunun yarınının ve ayakta kalmasının cinsel yaşama bağlı bulunduğu gerçeğini dikkate alarak davranabilmek için ne yapmalıyım?'' 

   Her insanın yaşamında bu sorumlulukları yerine getirmekte zorlandığı dönemler olabilir. Kimi insanlar ise yaşamda daha genel ve tehdit edici bir başarısızlık yaşar, yaşamlarını mutsuzluk ve umutsuzluk içerisinde geçirirler. En nihai noktada yaşama başarısızlığı insanları bunaltır. Psikolojik yardım alanında çalışanlar zaman zaman danışanlarının bir nesnesi olmayan, fobik özellik göstermeyen, sanki bir boşluktan beslenen kaygıları ifade etmeye çalıştıklarına tanık olabilirler. Bu kaygılar, çoğu zaman kişilerarası ilişkilerde de paylaşmaktan kaçınılan ve bir nesnesi olmadığı için de insanlara garip gelen kaygılardır. Frankl’a göre bir insanın yaşamın değeri ile ilgili kaygısı ya da umutsuzluğu, varoluşsal bir bunaltıdır. Varoluşçu psikoterapi yaklaşımları ise bu kaygıları “varoluşsal kaygı-bunaltı’ olarak adlandırır. Ayrıca insanların varoluşsal özelliklerinin getirdiği dört gerçekliğin insanı karşı karşıya bıraktığı varoluşsal kaygıların; ölümün kaçınılmazlığının farkında olup aynı anda da varolma arzusuna sahip olan (ölüm kaygısı); anlamı olmayan bir evren içine fırlatılmış anlam arayışı içindeki (anlamsızlık kaygısı); mutlak yalıtımının farkında olmakla beraber bağlantı kurma, korunma ve daha büyük bir bütün olma arzusuna sahip olan (yalıtılmışlık kaygısı); zeminsizlik gerçeğinin farkında olup aynı anda zemin ve yapıya ihtiyaç duyan (özgürlük kaygısı) varlığın ikilemlerinden, çelişkilerinden, gerilimlerinden ve paradokslarından kaynaklandığı ileri sürülür. Dolayısı ile her insanın yaşamında ölüm kaygısı, bir yaşam anlamına sahip olma, diğerleri ile temas halinde yaşama ile ilgili kaygılar söz konusudur. Bu çerçevede her insanın yaşaması olası dört nihai varoluşsal ölüm, anlamsızlık, yalıtılmışlık ve özgürlük olarak belirtilir. Bu kaygılar bireysel ruhsal düzenlemenin her düzeyinde olağan üstü önemli rol oynamaktadır ve klinik çalışmalarla çok büyük ilişkileri vardır. Ayrıca her bir varoluşsal kaygının felsefi, psikopatolojik ve terapötik anlamı vardır. Bu varoluşsal kaygılar aşağıda açıklanmıştır. 


   Varoluşsal kaygılardan ilki ölüm kaygısıdır. Yalom ve Josselson’a  göre, ölüm temel anksiyete kaynağıdır. Diğer varoluşçu kaygıların temelinde yatan kaygı da ölüm kaygısıdır. Bu kapsamda anlamsızlık, yalıtılmışlık ya da özgürlük kaygısı ölüm gerçeği tarafından şekillendirir. Nitekim insanların diğer canlılardan belki de en önemli farkı insanın “öleceğini bilen bir canlı” olmasının farkındalığıdır. İnsan “sürekli ölümün gölgesinde yaşayan tek hayvandır”,çünkü insanlar “hayatlarının azar azar kendilerinden alındığının” farkındadır  ve yaşam yolu önceleri yukarıya çıkar gibi görünse de nihai olarak aşağı doğru inmektedir.

   Yalom’a göre, ölümle ilgili olaylara maruz kalma ile birlikte çocuklar kendilerine sunulan bilgilerden ölümle ilgili bir yapı oluştururlar. Fallik dönem ve ergenlik döneminin başlangıcı arasında ölüm korkusu kaybolur, ancak ergenlik döneminde güçlü bir şekilde tekrar ortaya çıkar. İlk yetişkinlik döneminden itibaren ölüm korkusu kariyer ve aile sahibi olma çabaları ile baskılanır. Ailenin dağılması ve kariyerin sona ermesiyle birlikte ölüm korkusu yine ortaya çıkar. Bütün bu süreçlerde bireylerin ölüm gerçeğiyle kurdukları ilişki biçimleri temel tutumları ve davranışları üzerinde etkili olur.

   Diğer bir varoluşsal kaygı ise anlamsızlık ve her şeyin bir anda saçmalaşabileceği endişesidir. Yaşamın bütün yollarının sonu belli veya ‘ölüm’ ise yaşamanın ne anlamı olabilir ki? Bu durum paradoksal bir varoluşsal gerçektir. Felsefede bu sorun ‘saçma’ kavramı ile açıklanırken psikolojide karşılığı ‘anlamsızlıktır’.Dolayısıyla, ölüm kaygısı dinamik bir güç olarak insanın yaşamına egemendir ve insanı anlamlı bir yaşam yaşayıp yaşamadığı ile ilgili kaygılandırır. Frankl’a  göre, “yaşamda anlam arayışı içgüdüsel itkilerin ‘ikincil bir ussallaştırması“ değil, temel bir güdüdür. Çünkü insanlar sadece savunma mekanizmaları uğruna yaşayan, uyarıcılara tepki veren canlılar değillerdir. Aynı zamanda, güçlü bir anlam bulduğunda her türlü sıkıntıya katlanabilir ve vazgeçilmez görülen her şeyden (yaşamı sürdürmek de dahil), vazgeçebilen canlılardır.

    Ölümlü olmak, yaşamın anlamının sorgulanmasına yol açmasının yanı sıra, insanları hiçbir insanın diğerine tutunarak yaşamını sonsuza kadar sürdüremeyeceği gerçeği ile de baş başa bırakır. Bu gerçek de bir diğer varoluşsal kaygı olan yalıtılmışlık kaygısını ortaya çıkarmaktadır. Yalıtılmışlık kaygısı insanların her birinin diğerinden yalıtılmış olmasını ifade etmekte olup, insanların, sadece ölürken değil yaşarken de yalıtılmış olduğuna işaret eder. Göka yalıtılmışlık kaygısını insanın çevresindeki insanların, arkadaşlarının, dostlarının bir gün kendisini terkedebilecekleri ya da yanında birçok kişi olduğu halde onu anlamayacakları olasılığı karşısında duyulan tedirginlik olarak tanımlar. Yalom’a  göre, böylece insanoğlu bir birey olma yolunda çabalarken, aynı zamanda bunun getirdiği korkunç yalıtımla başetmek durumundadır. Varoluşsal kaygılardan sonuncusu olan özgürlük kaygısı ise insanın kendi eylemlerinden ve vereceği kararlardan bizzat kendisinin sorumlu olmasından kaynaklanır. Bu nedenle atacağı her adım yeni bir bunaltıyı beraberinde getirir. Bir çok yaşantıyı seçme şansına ve donanımına sahipken yalnızca bir seçim yapmak zorunda olmak, keşke ve acaba sorularının getirdiği belirsizlik ile yaşamak kaygıya neden olur. Dolayısıyla insan, kendi varoluşunu seçen bir varlık olarak varoluşundan sorumludur ve kendi özünü yaratmak durumundadır. Her insan yaşamında süreklilik, örüntü, topluluk ve zemin istemektedir. Ancak, herkes için süreklilik ihtiyacı, ölüm; örüntü ihtiyacı, anlamsızlık; zemin ihtiyacı, zeminsizlik; toplulukla birlikte olma ihtiyacı da yalıtılmışlıkla yüzleşmekten geçer.Bu yüzleşme ruh sağlığı açısından büyük önem taşımaktadır. Ancak insanlar sadece psikanalizin ileri sürdüğü gibi cinselliğini değil bütün varoluşlarını ve sonlu doğalarını da bastırmaktadır. Hiçbir insan varoluşunun ayrılmaz bir parçası olan bu gerçekliklerden sıyrılamaz. Her insanın bu gerçeklikler karşısındaki farkındalığı, düşünceleri, duyguları ve davranışları da aynı değildir. Kimi insanlar bu gerçeklikleri çok korkutucu bulabilirler, kimileri ise düşük düzeyde kaygılanabilirler. Kimileri bu gerçeklikleri algılayış biçimleri sayesinde yaşamlarını daha mutlu, üretken, sorumlu ve anlamlı bir biçimde sürdürebilirler. Kimileri varlıklarını anlamsız, çabalamayı gereksiz ve saçma bulabilirler. Oysa ki, yaşamın içindeyken yaşamaktan daha çok bu kaygılarla yaşamak, varoluşu tehdit edecek kadar ilgilenmek, bir işe yaramaz ve ruh sağlığını tehdit eder.

   İnsanların yaşamdan beklentilerinin karşılanması, diğer insanlarla anlamlı, güçlü ve doyum sağlayacak ilişkiler kurabilmeleri ve üretken olabilmeleri, yaşamla ilgili ve yaşamın ayrılmaz nitelikleri ile ilgili rahatsız edici olmayan algılara sahip olmaları ile yakından ilişkilidir. Yaşamın içerisinde gerçekleştirilenlerin mutluluk verici olması yaşamın kendisi ile ilgili algılamanın da sağlıklı olmasına bağlıdır. Yaşam denilince akla kaçınılmaz olarak gelen ve ilk bakışta düşmanca görülen varoluşsal gerçekler sağlıklı şekilde değerlendirildiğinde yaşama anlam katabilir. Ancak bu durumların yıkıcı tehditler olarak algılanması yaşamın da böyle algılanması sonucunu doğurabilir. Böylece endişelere boğulmuş bir yaşamın sürdürülmesi ise ızdırap verici olabilir.

   Yaşamda anlam arayışı insanlık tarihi kadar eskidir ve birey için bebeklikten ve ilk çocukluktan itibaren başladığı ileri sürülür. Nitekim, bir bebek için anlam arayışı çok basit bir düzeydedir . Beş yaşının sonuna doğru çocuk “dünyadan ve kendisinden beklentiler konusunda derinlere kök salmış bir düşüncenin” sahibidir artık. Böylece “yaşama verilen anlam, yaşamı koruyucu bir melek ya da kötü bir ruh gibi etkisi altında bulundurur”.

   Adler’e göre erken çocukluk dönemine ilişkin ilk anıların bireylerin yaşamlarında özel bir yeri vardır. Bu anımsamalar kişinin kendisine ve yaşam koşullarına karşı gelişen yargılarını belirlerler. Dolayısıyla ilk anılarında çaresiz ve yalnız kalmış ya da canı yanmış bireylerin yaşama ilişkin algılamaları da olumsuz yönde etkilenebilir. Diğer bir ifade ile Adler, çocuklukta organ yetersizlikleri ya da fizyolojilerinde anormallik olan çocukların yanlış eğitilmesi sonucunda insanın yaşamına anlam veren diğerlerine ilgi duyma yerine kendilerine ilgi duymak zorunda bırakıldıklarını ve bu yüzden de pek çoğunun hayatta başarılı olamadıklarını ifade etmiştir. Adler’e göre yanlış anlamlandırmaya yol açan diğer nedenler ise çocuğun şımartılması ve çocuğun ihmal edilmesidir. Horney'de tek belirleyici olmamakla birlikte çocukluk deneyimlerinin nevrozların ortaya çıkmasında çok önemli olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca her insanın karşılamak zorunda olduğu ihtiyaçlar vardır. Glasser’e göre bu ihtiyaçlar hayatta kalma ve üretme, ait olma, güç elde etme, özgür olma ve eğlenmedir. Ancak bu ihtiyaçlar erken çocukluk döneminin başından itibaren ebeveyn ya da çocuğun çevresinde bulunan diğer önemli kişiler tarafından yeterince karşılanmayabilir. Çocuklar, ihtiyaçlarının karşılanmamasının da ötesinde istismar edilebilir ve çeşitli biçimlerde şiddet görebilir. Bunun sonucu olarak çocukların bu ihtiyaçlarının karşılanmamasının varoluşsal kaygıyı ve suçluluğu arttırabileceği ileri sürülür.

   Erken çocukluk dönemindeki yaşantılarının bireylerin ruh sağlığını nasıl etkilediği Şema Terapi kuramının “erken dönem uyum bozucu şema” kavramı ile de açıklanmaktadır. Erken dönem uyum bozucu şemalar çocukluktaki çekirdek ihtiyaçların karşılanmamasından kaynaklanmaktadır. Bu ihtiyaçlar, güvenli bağlanma, özerklik, yetenek, olumlu kimlik algısı, ihtiyaçları ve duyguları ifade  özgürlüğü, kendiliğindenlik ve rol yapma, akılcı sınırlar ve özdenetimdir. Erken dönem uyum bozucu şemalar, yaşamın erken döneminde gelişen ve yaşam boyunca yıkıcı etkileri tekrarlanan duygusal ve bilişsel örüntülerdir. Bu uyum bozucu şemalara karşı birey uyumsuz davranışlar geliştirir. Böylece erken dönem uyum bozucu şemalar ve bu şemalara karşı geliştirilen uyumsuz başaçıkma davranışları genellikle anksiyete, depresyon, madde kullanımı gibi eksen bozukluklarının altında yatan nedenleri oluşturur.


   Her uyum bozucu şemanın altında bir travmatik yaşantı yatmasa da  yüksek düzeyde zorlayıcı olan travmatik olaylar da erken dönem uyum bozucu şemalara benzer bir şekilde genel olarak bilişsel, duygusal, davranışsal ve sosyal zorlanmalara yol açabilmektedir . Bununla birlikte travmatik yaşantı geçiren her insan aynı olumsuzlukları yaşamamakta hatta bazıları travmatik olaylardan sonra yaşamlarını daha etkili şekilde sürdürebilmektedirler. Varoluşçu terapi de benzer şekilde insanların karşılaştıkları yaşam olayları karşısında kendi tavırlarını belirleyebileceklerini ileri sürer. Bireylerin travmatik olaylardan sonra yaşamlarının farklı alanlarında gösterdikleri gelişme “travma sonrası gelişim“ kavramı ile açıklanmaktadır.

   Travma sonrası gelişim kavramı travmatik yaşantı neticesinde yaşadığı zorluklara ilişkin bazı bakımlardan travma öncesini aşan bir gelişme göstermeyi ifade eder. Bu gelişmeyle birlikte, birey sadece travmatik yaşantı sonucu ayakta kalmamış aynı zamanda yaşamının önceki dönemlerindeki durumun ötesine geçebilecek önemli değişimler de yaşamıştır. Ayrıca, bir bireyin yaşamın erken dönemlerinde başkalarının bakımına muhtaç olması ya da travmatik olayların ortaya çıkmasına etki edebilecek bir gücü olmaması onu tehlikelere açık hale getirmektedir. Ancak varoluşçuların da vurguladığı gibi  yetişkin yaşamında bireyler yetersizlikler yaşasalar bile, kendi kişisel kaderlerini etkileyebilecek seçimler yapma, tutumlar benimseme ve davranışlar sergileme potansiyeline sahiptir. Dolayısıyla bireyler yaşamın içerisinde sürekli kurban olduğu ya da kendi kaderini etkileyebilecek seçimler yapabileceği konusunda bir inanca sahiptir. İnsanların yaşamlarını ne derecede ve hangi yönde kontrol edebileceklerine ilişkin bir kavram olan “kontrol odağı”, Rotter  tarafından bireyin davranışı ve sonuçları arasındaki neden-sonuç ilişkisine ilişkin genelleştirilmiş tutumları, inançları ve beklentileri olarak ifade edilir. Bu tutumlar, inançlar ve beklentiler ise çok çeşitli yaşam olayları karşısındaki davranış seçimlerini etkiler.

   Glasser’in kontrol kuramına göre de davranışlar dışsal uyarıcılara karşı verilmiş tepkiler değildir. Uyarıcılar tetikleyici olsalar da belirli bir şekilde davranılmasına yol açmazlar ve sadece nesneler dış güçler tarafından kontrol edilirler. Bu nedenle belirli bir şekilde davranma ya da davranmama insanın kendisi tarafından seçilir. Özellikle dış kontrol odağının (sorumluluktan kaçma)bazı psikopatolojilerle özellikle de depresyonla ilişkisi olabilir.

   Alanyazında özellikle üçüncü nesil bilişsel davranışçı terapilerin etkilendiği terapi yaklaşımlarından birinin de varoluşçu terapi olduğu ileri sürülür. Varoluşçu bakış açısından bireyin kendi olma süreci onun öyküsü tarafından etkilenmektedir. Bu öykü ise çocukluk süresince bireyin o anki yaşantıları ve gelecekten beklentilerinin etkileşimiyle oluşmaktadır . Kişinin yaşam öyküsünün içinde gelişen kimlik duygusu kendisine, diğerlerine ve dünyaya karşı çeşitli şemaları barındırır. Bu kimlik aynı zamanda insanın varoluşu, kendini gerçekleştirme, özgürlük, sorumluluk, yaşamın anlamı ve ölümün kaçınılmazlığı gibi temel sorunlarla da başetmek durumundadır. Bu bakımdan hem bilişsel terapiler hem de varoluşçu terapiler yaşantıların öznel yönüne vurgu yapmaktadır.Bunun yanı sıra, varoluşçu terapiler gerçekliği genel olarak iki formda inceler. Bunlardan birincisi insanlarla hayvanların ortaklıklarını ifade eden “kendi içinde varlık” diğeri ise insana özgü olan aşkın bir durumu tanımlayan “kendisi için varlık” kavramlarıdır . Benzer şekilde bilişsel davranışçı terapiler de biyolojik süreçlerin yanı sıra insanın kendini, diğerlerini ve dünyayı algılamasını ifade eden özgün süreçlere vurgu yapar.

   Sonuç olarak insanlar genellikle dikkatlerini mutluluk vereceğine bilinçsizce inandıkları dünya nesneleri ya da uğraşları üzerinde yoğunlaştırırlar. Varoluşlarının bilinçlerine erenler ise bu farkındalığa ilişkin bir kaygı yaşayabilirler. Bu kaygıya neden olan varoluşsal kaygı kaynakları ise son derece gerçek ve tüm insanlar için evrenseldir. Ancak, her insanın bu kaygı kaynaklarını aynı biçimde algıladığı ve bunlardan aynı derecede ve yönde etkilendiği söylenemez. Dolayısıyla, insanların geçmiş yaşam deneyimlerine bağlı olarak sahip oldukları bilişsel yapıların, yaşadıkları olayların kontrol edilebilirliğine ilişkin inanışlarının ve travmatik yaşam olaylarının onların varoluşsal gerçekleri algılamaları ve verdikleri tepkiler üzerinde önemli bir role sahip olup olmadığı merak uyandıran bir sorudur.


*Görsellerde göz bebeğini, subjektif bakış acısını değinerek, benlik sorgusunun bakmakla görmekten ibaret olduğunu soyutlaştırma amacıyla kullanılmıştır. 

*Karşılaştığınız ruh ikiziniz sizinle aynı düşünce girdaplarına girdiğini anladığınızda, o kişiyi hiç kaybetmemeniz dileğiyle... 

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hava Kirliliği ve Partikül Madde

KOMPOZIT

Hayat Kısa, Uçuyor kuşlar