Ölümün Ölümsüzlüğü...

Momento Mori... Öleceğini Hatırla ...”

   Hangi dönemde, hangi coğrafyada, hangi dinde ve inanışta olursa olsun insanoğlunun değişmez gerçeğidir ölüm. Kimi zaman korkutan, kimi zaman büyüleyen ama asla kaçılamayacak olandır. Bugün gelişen tüm teknolojiye, yaşamımızı kolaylaştıran, insan ömrünü uzatan tüm tıbbı gelişmelere ve icatlara rağmen doğanın kanunlarının, bizim kanunlarımızın her zaman üzerinde ve geçerli olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız.

   Ölüm karşısındaki çaresizliğinin bilincinde olan insanoğlu, tarih boyunca ölüm endişesini ortadan kaldırmaya, ölümsüzlüğe ulaşmaya çabalamıştır. Mitoloji ve geleneksel dinlerdeki öte dünya inancı; ölümü varlığın başka bir şekle bürünmesi olarak tanımladığından, ölümlülük fikriyle daha kolay baş edebilmemizi sağlamıştır. Modernleşmeyle birlikte, pozitif bilimlerin kanıtlayamadığı ölüm sonrası, bir tartışma konusu durumuna gelse de, insanoğlu ölümsüzlüğe inanmak istemiş ve yok olup gitme fikrine karşı koymuştur. Bu yüzdendir ki, yaşantının verilerini belleğe alıp onu çeşitli araçlarla tekrara dışa vuran sanatın en fazla ilgilendiği ve kullandığı temalardan biri ölüm duygusu olmuş, sanatçılar meydana getirdikleri ölümsüz eserlerle bedenin ölümlülüğünü, düşüncenin ve yaratanın ölümsüzlüğü ile alt etmeye çabalamışlardır.

   Her dönemde farklı bir işleniş şekli ve sebebi olan ölüm olgusu döneminin çözümlenmesi bakımından da önemlidir. Toplumsal nedenlerle ölümü işleyen sanatçıların yanı sıra, ölüme çok yaklaşmış, ya da çok yakınlarının trajik ölümlerine tanık olmuş sanatçılar da sanat tarihinde önemli bir yere sahiptirler. Tecrübe edilemeyen ve bilinmeyen ölümün yarattığı kaygı, korku ve karamsarlık yaratıcılığın ana kaynağı durumuna gelerek, yaratıcılık ve ölüm arasında sıkı bir bağ oluşturmuştur. Ölümsüzlüğü ele geçirme çabasından kaynaklanan ölümü işleme ve irdeleme arzusu, aynı konunun birçok sanatçı tarafından farklı malzemelerle tasarlanmasını sağlamıştır.

RUHANİ ÖLÜM VE ÖLÜMSÜZLÜĞE GEÇİŞ 

Mitolojide ve İnanışlarda Ölüm Kavramı

   Sosyal bir üniteden ibaret olan ve henüz bireysellik kavramı gelişmemiş ilk çağ insanının ölümü, doğum kadar olağan görülmüş, ölümün çözümlenmesini sağlamak için yaşam ölümle birlikte düşünülmüştür.

   “İlk inanç biçimlerine baktığımızda ruhçuluk adı verilen ilk dönemde, doğadaki varlıklara, nesnelere ruh yüklenerek başlanmıştır işe. Bu ruh yükleme aynı zamanda o nesneleri, o varlıkları ölümsüzleştirmek, kutsallaştırmak anlamına gelmiş ve bu bir şeyleri, birilerini kutsallaştırmak, ölümsüzleştirmek, kendi faniliğimiz, ölümlülüğümüzün anlaşılabilir, kabul edilebilir hale getirmiştir.” Böylelikle ölüm düşüncesi; mitoloji ve inanışlarda zorunlu bir ruh ve beden düalizmine yol açtığından, ölmek istemeyen insan, ölmeyen bir şeyler olmalı arzusuyla ölüm dışında, ölümsüz bir varlık tasarlamak istemiştir. Oysa ne yazık ki tanık olabildiğimiz tek ve yegane şey, bedenin cansız kalması ve çürüyüp toprağa karışmasıdır. Bu çaresizliğe ve kabul edilmesi zor olan gerçeğe karşılık bir şey bulma zorunluluğu ruhun varlığı ve ölümsüzlüğünü gündeme getirmiş, bunun sonucunda Öteki Dünya anlayışı kabul edilerek, anlayışın süreci bu sorunsalı bir başka gerçekliğe, kişilerin yaşamlarında söz sahibi olan Tanrı veya Tanrılar gerçekliğine vardırmıştır.

   Mitolojilerde ölümsüz Tanrılar ile ölümlü insanın ilişkisi, çekişmeleri, verilen mücadeleler uzun yıllar boyunca insan hayatını etkilemiştir. İnsanoğlu ölüm korkusunu kendinde var kabul ettiği bir başka varlıkla yenmeye çabalarken bazı dönemlerde ölümü korkulan değil arzulanan olarak görmüş, ölmüş olanların bir geleceği olduğunu, ölümsüzleştiğini varsaymıştır. Ruhların gidecekleri diyarların tasvirleri yapılmış, ölüm korkusundan dolayı sığınılacak başka bir yaşam aranmış ve böylelikle ilk çağ insanı tarihsel süreç içerisinde ölüm karşısında yaşamı sonsuzlaştırmayı başarmıştır.

Mısır Mitolojisi

   Mısır ölümsüzdür. Bunun sebebi ise bilinen en eski uygarlıkların ve geçmişin büyük imparatorluklarının bize çok az doküman bırakmış olmalarına rağmen; eşi görülmemiş Mısır uygarlığının bize bahşettikleri ve geriye bıraktıklarıdır.

   Mısırlılara göre var olan her şeyin yaratıcısı Ptah’tan önce ne ölüm ne de ölümsüzlük vardır, ve “Ptah, tanrıları ve ilkel sulara batmış ülke olan Mısır'ı yaratmıştır.” Ölülerin ve ruhlarının koruyucu bir tanrısı olduğunu varsayan Mısırlılara göre “Ruhları yargılayan Tanrılar mahkemesinin başta gelen kişisi Anubis alemin yaratıldığı gün herkesin yerini saptamış ve herkes için her yer zamanların sonuna kadar burada da, öbür dünyada da belirlenmiştir.’’ Tanrı Anubis ışığı ile ruhları koruyup, öbür dünyaya girişlerine yardımcı olurken yeryüzü ve uzayda yaşamsal bir etkinlik olan, Tanrı Osiris ölüleri korumakta ve “Tanrının görünür şekli altında ölülere yeniden canlanmayı vaat etmek için onların dünyasına inmektedir.’’

   Mısırlılar için ölüm mevcut değildir ve nasıl güneş her sabah yeniden doğuyorsa ölüler de yeniden dirilecek, her ölü toprağın öbür yüzünde kendine, dünyadakine benzer bir yer ve bir varlık bulacaktır.

   Antik Mısırlılara göre insan ruhu Ren, Ba, Ka, Sheut ve İb adında beş parçadan oluşmuştur ve kalp olan İb hamilelik sırasında annenin kalbinin bir damla kanıyla meydana gelmiştir. Bu yüzden Mısırlılarda mutluluk geniş kalp, kırgınlık ise kesik kalp olarak tanımlanmış, duygu, düşünce, irade ve isteklerin kalbe yerleşmiş olduğu varsayılmıştır. Kalbin yaşam süresince sahibinden yana veya ona karşı kanıt topladığı, bu yüzden yaşamdan sonraki hayatın anahtarı olduğu düşünülmüştür.

Tanrı Osiris, MÖ 1275, Eski Mısır’da ölümsüz yaşam için diriliş Tanrısı, boyama papürüs, 40x40cm
British Museum, Londra

   Tanrı Anubis’in ve mezarlıkların koruyucusu Thoth’la birlikte, ölümden sonra kalbin ağırlığını seremoni ile incelediklerine ve gerçeğin tüyü Maat’tan ağır olan kalplerin yargıyı bildiren Tanrı Osiris’in yönlendirmesi ile canavar tarafından yok edildiğine inanılmıştır.

   Gölge ve siluetin her zaman mevcut olduğunu düşünen Mısırlılar, gölgeye Sheut adını vermiş ve ait olduğu kişinin içeriğine dair bir şeyleri temsil ettiğine inanmışlardır. Ölümün insan figürü şekli olan gölge siyaha boyanarak grafiksel bir biçimde sembolize edilmiş, kişilerin ve tanrıların heykellerinin kalıcı gölgeler olduğu varsayılmıştır. Ren in, yani ismin ruhun bir parçası olduğuna ve doğumda ne kadar çok tekrarlanırsa kişinin o kadar uzun ömürlü olacağına inandıklarından yazılarında isme önem vermişler ve kahraman isimlerini bir iple çerçeveleyerek düşmanlardan korumuşlardır.

Tanrı Anubis, MÖ 3000-2686, Eski Mısır’da ‘’Kral çocuk’’ mumyalamanın çakal başlı tanrısı,
Birleşik krallık mezar çizimleri,

   Ölünün ruhunun, hayatın ve ışığın ebedi kaynaklarına yükseldiği inanışıyla Mısırlılar, ruha Ba adını vermişler ve insan kafasıyla resmedilen bir kuş şeklinde sembolleştirmişlerdir. Bu ruh aynı zamanda var olanı tek ve benzersiz yapan kişilik kavramıdır ve cansız varlıklar da Ba ya sahiptirler. Ba aynı zamanda; insanın ölümünden sonra geriye kalan parçasıdır ve mezardan çıkarak hayati kıvılcım olan Ka ile birleşmektedir. Bu birleşimin sonucunda oluşan bedensel varlığın Musevi, Hristiyan ve Müslüman ruhların aksine kişinin bir parçası değil; yiyen, içen, çiftleşen bir varlık olması, tamamen ruhani ve maddesel olmayan bir oluşumun Mısır düşüncesine uzak olduğunu göstermektedir.

   Mısır’da canlı ve cansız kişi arasındaki fark; ölmüş bir insanın vücudunun hayatî öz olan Ka tarafından terk edilip terk edilmemiş olmasıdır. Tanrıların, çocuk bedenlerini bir çömlekçi çarkında yaratarak, annelerinin vücutlarına yerleştirdiğini ve her kişiye ait Ka’yı doğum esnasında onlara hayat veren ruhların bir parçası olarak bedenlerine üflediklerini varsaymışlardır. “Mısırlılar, bedenin, Ka’nın, ölümsüz gölgesiyle çürüyemeyeceğine, mezarda fizik yok oluşun vuku bulmayacağına ve ancak öbür dünyanın eşiğine bırakılmış bedenin, değişime uğrayacağına inanıyorlardı.” Ruh kavramının benzer şekli olan Ka’nın devamlılığını ise yiyecek ve içecek sunarak sağlamışlardır.”

   Mısır’da ölüm kavramının adı Akh’dır ve fiziksel vücudun ölümünü takiben Ba ve Ka’nın tekrar birleşip canlandırdığı aklın yaşayan varlığıdır. Fakat bunun gerçekleşmesi için, asıl amacı ölü kişiyi tekrar canlandırmak olan cenaze törenlerinin uygun şekilde yapılması, adak ve kurbanlar sunulması gerektiği düşünülmüştür. Bu inanışla oluşan varlık yaşayan aile üyelerine yardım ederek daha iyi bir hayat sürmelerini sağlayabilmekte, cezalandırılması gerektiğini düşündüğü kişileri de cezalandırabilmektedir.

   Mısırlıların öbür dünyada tehlikelerden korunmalarını sağlayan ve var olmalarını destekleyen, ikinci bir kez ölmelerine engel olarak hatıralarının sürekliliğini mevcut kılan birçok büyüleri vardır. Çünkü Mısır dinine göre öbür dünyada da ölmek mümkündür ve ne yazık ki bu ölüm, ilkinin aksine kalıcıdır.

Yunan Mitolojisi

   Yunan mitlerinde görülen odur ki ölüm korkulası bir gerçek değildir ve ruhlar bu dünyayı bırakıp gittikten sonra hak ettikleri hayatı yaşamaktadırlar. Bu yüzden ölmeden tekrar döndükleri fikrini barındıran bir inanış hakimdir. Yunan mitolojisinde ölüm kavramını incelemeye başladığımızda ilk ve öncül kelime Hades ile karşılaşmamızın sebebi ölümün adının Hades olmasının yanı sıra, aynı zamanda ölüler dünyasının Tanrısını, ölüler diyarını temsil etmesidir. Zeus, babası Kronos'u tahtından indirip Olimpos'u ele geçirdiğinde kardeşleri arasında dünyanın yönetimini paylaştırmıştır. Bunun sonucunda Poseidon denizleri, Zeus gökleri, Hades yeraltının karanlık krallığını almış ve bu krallığa kendi adını vermiştir.

Hades, MÖ 1.yy, Antik Yunanistan’da ölülere hükmeden yer altı tanrısıdır, mermer heykel

   Yunan mitlerinde Hades görülmesi en imkânsız yer olmasına rağmen tasviri en kapsamlı yer iken “ölüm, güçten ve bellekten yoksun soluk gölgelerin doldurduğu Hades’in yer altı karanlıklarının, kısıtlı ve küçük düşürücü bir hayat sonrası varoluştur.” Bu yer altı dünyasının ölülerin yanı sıra yaşayan ziyaretçileri de olmuş fakat bunların çok azı geldikleri yere geri dönmeyi başarmışlardır. Hayat süresine Tanrının dokuduğu iplik ile doğum anında karar verildiğini düşünen antik Yunanlılara göre Hades'e inen ruh ilk önce ölüler nehri Styx'in kıyısına varmaktadır. Öldükten sonra cenaze törenleri uygun şekilde yapılmayanların, suyundan içildiğinde ölümsüzleştiren bu nehrin karşı kıyısına geçemedikleri söylenir. Oysa insanlar ancak karşı kıyıya vardıklarında ruhları huzura kavuşabilmektedir. Ruhun nehri geçebilmesi için ise öncelikle kayıkçı Kheron'u bulması ve bu iş için ödeme yapması gerekmektedir. Antik Yunan’da ölen insanların ağızlarının içine ya da avuçlarına bir altın sikke yerleştirilmesinin sebebi de budur. Zira bu ödemeyi yapamayan ölüler sonsuza dek çıldırıp kıyıda koşturmakta, ya da nehire kapılıp sürüklenmektedirler. Ödemeyi yapan ruhlar ise ölüler diyarının kapılarına gelerek, girişte üç başlı ve yılan kuyruklu olarak tasvir edilen dev bir köpek olan Cerberos ile karşılaşırlar. Ölüler diyarına bekçilik yapan bu köpek girenlere kuyruk sallayıp çıkmaya çalışanları yutmaktadır. Cerberos’u aşabilen kayık, ölüler diyarının güzelliklerine ya da işkencelerine maruz kalacağı kıyılara, cennet ve cehennemin beraber barındığı yere ulaşır. Burada kimileri kendini kral olarak bulurken, kimileri sadece ölümlüyken yaptıklarını yapmaya devam ederler, bir kısmı ise sonsuza dek köle olarak yaşarlar. Bir kahramanın ölünce siteyi istilalara, salgın hastalıklara ve her türlü felakete karşı savunan bir koruyucu ruha dönüşmesine inanmaları Mısır’da kahraman ölümlerinin dinsel bir değeri olduğunu göstermektedir.

   Yunan mitlerinde Hades, kendini görünmez kılan miğferi ile öfkeli ve acımasız olarak betimlense de kötü bir Tanrı değil, sadece görevini yerine getiren adaletli bir Tanrıdır. Yaşadığı yerden nadiren yeryüzüne ya da Olimpos’a çıkar. Yeryüzüne çıktığı zamanların birinde Demeter’in kız Persephone’u görüp âşık olmuş ve onu yeraltı krallığına kaçırmıştır. Demeter’in kızını yas tutarak aradığı süre içinde doğa tamamen kurumuş, tarlalar ekin vermez duruma gelmiştir. Bunun üzerine Zeus araya girerek ve Persephone’un yılın altı ayını yer altında,geri kalan altı ayını yeryüzünde geçirmesini sağlayan makul bir anlaşma sunmuştur. Bu yüzdendir ki; yeraltında geçen altı aylık sürede Demeter yas tutarak kızının dönüşünü beklediğinden doğa kış mevsimini yaşamakta, kalan altı ayda ise Demeter kızıyla birlikte mutlu bir zaman geçirdiğinden yaz mevsimi yaşanmaktadır.

   Yunan mitolojisinde ölülere toprağın insanları ve Demeter halkı adı verilmiştir. Bereketin ve ölülerin simgesi olan yılan figürü ise bugün Tıp Biliminin sembolü olmaya devam etmektedir.

   Yunanlıların birer anıt haline gelmiş olan mezarlarında hazineler ve her çeşit eşyanın mevcut olma sebebi; ölülerin mezarlarında ikamet ettiklerine ve sadece gölgelerinin Hades’in ülkesine gittiğine inanılmasıdır. Bu gidilen ülke ise sadece ceza ve ödül ülkesi değil, yaşanan hayatın hayalet biçiminde devamıdır.

Kelt Mitolojisi

   Kelt mitolojisine baktığımızda Öbür Dünya’nın yaşayanların diyarı, ilahi olanların ve güçlü ruhların vatanı olduğunu görürüz.”Kazılar sayesinde Kelt’lerin kutsal mekâna, yani üzerinde kurban törenlerin yapıldığı bir sunak çevresindeki, belli kurallara göre kutsanmış yerlere büyük önem verdikleri bilinmektedir.” Mitolojilerinde karanlık dünyaya ait hikâyeler ve folklorik öyküler, batı yakası denizindeki adalarda veya yeraltında yaşayanların hemen yakınında meydana gelse de görülmeleri mümkün değildir. Öbür dünya ihlal edildiği takdirde ve oraya izinsiz girildiğinde alışılmadık hayvanlar ve tanrısal varlıklar ortaya çıkacak, iklimde ani ve beklenmedik değişimler meydana gelecektir. “Kelt toplumlarında kadının hatırı sayılır bir özgürlüğü ve hem dinsel hem de toplumsal bir saygınlığı olması dikkat çeker.” Mitolojilerinde tanrıçaların bereketi, savaşı, yazgıyı ve bahtı yöneten güçleri vardır. Bunun yanı sıra rahip, eğitimci, bilgin ve filozof görevini üstlenen Duruitlerin önemi büyüktür.”Ağır hastalıklara yakalananların veya savaşlarda büyük tehlikelerle karşı karşıya kalanların insan kurban ettikleri, kurbanlar adadıkları ve bunun için Duruitlerin araçlığına başvurdukları bilinmektedir.”


     Öteki dünyada da bedeni aynı ruhun yönettiğine inanan Keltlere göre insanların ruhu ölümsüzdür ve savaş tanrısı Odin aynı zamanda ölülerin de tanrısıdır. Tanrı Odin’in hem savaş hem de ölüm tanrısı sıfatı, krallığın kutsal niteliğini olduğu kadar savaş anında ölmeye verilen dinsel değeri de anlaşılır kılmaktadır. Adaların kutsal olduğunu düşünülen Kelt mitlerinde adalar tanrılara ve kahramanlara adanmışlardır. Ayrıca Keltlerin ve Germenlerin mitsel atası ve bereket simgesi olan geyik figürü de avlanarak öldürülmesi dolayısıyla kahramanların trajik ölümleri ile eşdeğer tutulmuştur.

   Galyalılar; Anglesey ( Môn ) adasının İngiliz rahipler sınıfının adası olduğunu varsayarken, Hebrides adalarını hayalet ve iblislerin yuvası olarak düşünmüşler, bedeni terk eden ruhların bir tekne ile Kuzey Batı sahilinden Britanya’ya geçtiklerine inanmışlardır.

   Adaları, atalarına ve tanrılarına ait yerler olarak gören İrlandalılar ise, öteki dünyayı her zaman yaz mevsimini yaşayan bir cennet ve mutluluk ülkesi olarak hayal etmişlerdir. Zaman zaman Aşağı Dünya olarak da adlandırdıkları Öteki Dünya hastalığın, yaşlılığın ve ölümün olmadığı, yüzyılların bir gün olarak hissedildiği bir yerdir. Büyük savaşlara neden olmuş kişilerin koparılmış başlarıyla zaferlerini kutlayan ve böylece bütün çekilen işkenceleri ve yaşanan hüzünleri unutan Keltler, savaş sanatındaki ustalıkları ve kahramanlıklarıyla bilinmektedirler. 


Asya ve Uzak Doğu Mitolojisi

   Doğu Asya mitolojisine hâkim olan yeniden doğma döngüsü Budizmin kabul edildiği her ülkede Tanrı Yama tarafından yönetilmektedir. Hinduizm’den Budizme adapte olan Yama’nın rolü; Buda ebeveynlerine, sofulara, kutsal kişilere ve yaşlılara kötü davrananları ölüme göndermek, cehenneme giden suçluları ise kötü davranışlarından dolayı cezalandırmaktır.

Yama, Hinduizm’de ölüm tanrısı, Budist, Çin,Tibet,Japon ve Kore mitolojilerinde de yer alan
bir tanrıdır. 17.yy ortası-18.yy başı, 183,8x118,4cm, kumaş üzerine kireç boya,
Metropolitan Museum of Art

   Modern Theraradin ülkelerinde Yama’nın yaşlılık, hastalık, ceza ve felaketleri insanlara iyi davranmaları için bir uyarı olarak gönderdiğine inanılmaktadır. Ölüm esnasında ölmüş olan kişi Yama’nın yanına çağrılıp karakteri ve davranışları incelenmekte; yeniden doğuşunun dünyada mı yoksa cennetlerden veya cehennemlerden birinde mi gerçekleşeceğine karar verilmektedir.

   Çin mitolojisinde, ölüm tanrısı Yama’nın diğer adı Yan Wang’dır. Yan Wang eski ve yeni dönemde kırmızı yüzlü, çatık kaşlı, şişkin gözlere sahip sert bakışlı iri bir adam olarak tasvir edilmiştir. Tasvirlerinde geleneksel kıyafetler giymiş, hâkim şapkası kullanmış veya kral kişiliğini ön plana çıkaran taçlar takmıştır. Yan Wang sadece hükümdar değil, aynı zamanda yeraltı dünyasının ölüleri yargılayan hâkimidir. Ruhların listesiyle birlikte belirlenmiş ölüm tarihlerinin yazılı olduğu kitabı taşıyan yargıç ise onun emrine göre hareket etmektedir. Ölmüş kişilerin ruhları yargılanmak üzere
cehennemin öküz başlı ve at yüzlü korkunç gardiyanları tarafından teker teker Yan’ın karşısına çıkarılmaktadırlar. Belli meziyetlere sahip erkek ve kadınlar gelecekteki yaşamlarında ödüllendirilmekte, hatta bir önceki yaşamlarında tekrar canlanabilmektedirler. Suç işlemiş olanlar ise işkenceye maruz kalarak kötü bir yaşamla cezalandırılmaktadırlar. Ölülerin ruhları; ya memnunlukla dünya ve tanrıların cenneti arasındaki yolun yarısında bulunan bölgeye, ya da yeraltında ceza çekmeye gönderilmektedir. Her iki yer de sürekli değildir ve ölmüş olanlar bir süre sonra yeni
bedenleriyle dünyaya döneceklerdir. Çin mitolojisinde;

   “Ruhun ölümden sonra da yaşadığı inancı, mezarlara bırakılmış kap kaçak ve besinlerle kendini göstermektedir. Çocukların konutların yakınına, üzerinde ruhun girip çıkabilmesi için açılmış bir delik bulunan küplerin içinde gömülmeleri de bu düşünceyi desteklemektedir.”

  Hatta bazı durumlarda dürüst bir ölümlünün yeraltı dünyasında Yan’la birlikte hâkim ve
kanun koyucu göreviyle ödüllendirildiğine inanılmaktadır. 

   Tibet Budizmi’nde ise Yama, dehşetiyle saygı duyulan, ölüm ve ölüm döngüsünü harekete geçiren, Shinye olarak isimlendirilmiş bir Tanrı olarak karşımıza çıkar. Mandalalarda ( Hint ve Budist felsefesinde evreni sembolize eden geometrik figürler ) yaşamın tüm diyarları, canavar Tanrı Shinye’nin dişleri ya da kolları arasında resmedilmiştir. Bir efsaneye göre ibadetinin elli yılını kandırıldığı için tamamlayamayan kutsal bir adam aydınlanmaya çok yakınken yaşadığı gazap ve kızgınlık sonucunda ölüm tanrısı Yama’ya dönüşmüştür. Herkesi öldürmeye karar veren Yama daha sonra Budizmin koruyucusu ve mitolojinin bilinen en öfkeli ilahı olmuştur.

Eski Türklerde Şamanizm

   Mezopotamya ve İran kaynaklı, en eski dinlerden biri olan Şamanizm Moğolların, Türklerin ve Asya Göçebelerinin kadim dinidir. Ölümün ve yaşamın birlikteliğini esas alan geleneklere sahip, sihir ve büyüye dayanan bu inanış, ruhlarla insanlar arasında aracılık yapan ve hastaları iyileştirme gücüne sahip Şamanların kabul gördüğü bir inanç sistemidir.

   Eski bir Asya dini olan Şamanizm’de evren, dünya, insan, hayvan ve bitkiler âlemi bir bütün olarak düşünülmektedir. Yaşam; gök, yer ve yeraltı olmak üzere üç kademeden oluşmakta ve gökyüzünde iyilikler ve iyi ruhlar, yeraltında ise kötülükler ve kötü ruhlar bulunmaktadır. Eski Türklerde iyi ruhların Tanrısı Ülgen, bir şeytan olan kötü ruhların tanrısı ise Erlik olarak isimlendirilmiştir. Ülgen iyi ruhların başındadır ve onlara emir vermektedir.

   Şamanların tanrı ve ruhlarla insanlar arasında aracılık yapan kişiler olduğunu varsayan bu düşünce sistemi, aynı zamanda ağaçta, taşta, dağda, suda, ateşte, ayda, güneşte uyuyan ruhların var olduğuna da inanmıştır.
5.İyi Ruhların Tanrısı,                                 6.Kötü Ruhların Tanrısı,
Türk ve Altay Mitolojisinde iyilik tanrısıdır.  Türk ve Altay Mitolojisinde kötülük tanrısıdır.

   Şamanistlere göre gökte ve yerde meydana gelen çeşitli tabiat olayları gibi hastalık ve ölüm de ruhların ve tanrıların eseridir. Ölümü getiren ruhlar daha önce ölmüş aile fertlerinin veya yabancıların ruhlarıdır. İlk Şaman gök tanrıları tarafından yaratılmış ve kötü ruhların taşıdığı hastalığa ve ölüme karşı mücadele etmek üzere insanlığa armağan edilmiştir. Ondan sonra gelen tüm şamanların görevi hastalarına; hastalıklara ya da ölüme karşı giriştikleri savaşta duygusal ve ruhsal olarak yalnız olmadıklarını göstermek ve kendi özel güçlerini hastayla paylaşmaktır. Şamanizm’de “kimi zaman hastalığın çifte nedeni vardır. Bunlar ruhun çalınması ve durumu daha da ağırlaştıran kötü ruhların hastanın ruhunu ele geçirmesidir. Bu durumda, Şamanın tedavisi hem ruhun aranmasını hem de cinlerin kovulmasını içermektedir.” Şamanın topluluğun bütünlüğünün korunmasında oynadığı rol önemlidir.

  “Çünkü Şaman; ölüme, hastalıklara, kısırlığa, talihsizliğe ve karanlıklar dünyasına karşı sağlığı, doğurganlığı ve ışığı sağlamaktadır. Böylelikle insanlar,  tehlikeli koşullarda içlerinden birinin kendilerine yardım edebileceği güvencesine sahip olmaktadırlar. Topluluğun bir üyesinin diğerleri için gizli ve görünmez olan şeyleri görebildiğini ve doğaüstü dünyalardan doğrudan ve kesin bilgiler taşıyabildiğini bilmek hem güven hem de teselli vermektedir.”

   Şamanlar; insanın öldüğünde canlı bir kuş olarak uçup gittiğini varsaydıklarından, ölenin çevresinde olup bitenden haberdar olduğunu ve bir gün geri döneceği düşünmüşlerdir. Ölüme inanmamaları, ölüyü gideceği yerde yoksul, silahsız, yalnız ve güçsüz bırakmamak için mezarına binmeye hazır bir şekilde atını gömmelerine ve yanına yiyecek bırakmalarına neden olmuştur. İyi ruhların yararlı etkilerini sürdürmek ve kötü ruhların zararlı etkilerini önlemek için düzenledikleri cenaze törenlerinde “Şamanın cesedi dokuz kez kaldırması dokuz aylık hamilelik süresini ters yönde kat ederek bedenin cenin haline geri dönüşüne işaret etmektedir.” Şamanların ölüye ait mezarın duvarlarına ölünün yapmış olduğu savaşların resmini çizmeleri ve öldürdüğü kişi sayısı kadar taşlar yerleştirmeleri zamanla İslam coğrafyasında sadece Anadolu’da var olan mezar taşlarının temelini oluşturmuştur.

Tasavvuf İnancı

   İslam’ın en bilinen mistik boyutunu temsil eden tasavvuf; ilahi olanla iletişim kurmayı sağlayan ilahi disiplin anlamında kullanılırken, tasavvufi olgu kişinin daha yüksek ve büyük bir gerçek veya güç tarafından etkilendiği kişisel deneyim olarak tasvir edilmektedir. Bu felsefi görüş Tanrı, Evren ve İnsan ilişkisini bir bütünlük içinde açıklamaya çalışarak insanın tanrısal erdemlere ulaşmasını amaçlar. Günah işlemekten sakınmaya, dünyevi işlerden uzak durmaya, yalnızlığı seçerek Tanrıyı anmaya ve kalbi temiz tutmaya yönelik inanışla başlayıp, daha sonra güçlü bir hareket durumuna gelmiştir.


   Allaha duyulan karşılıksız ve mutlak aşkı simgeleyen tasavvufta âşık ne cenneti ne de cehennemi düşünmelidir. Temelinde evrende tek varlığın bulunduğu, o tek varlığın Allah olduğu ve diğer varlıkların onun yansımasından ibaret olduğu görüşüne dayanan tasavvufa göre, her şeyi kendisinde barındıran ve bir tek olan Tanrı’yı bulursak, kudretimiz sonsuza erecektir. Tasavvufta birleşme Allah’ın ruhunun Sufi’nin arınmış ruhuna yerleşmesidir. Asıl amacın; evrenin gerçeğini bulmak, kendi nefsini onunla özdeş kılmak ve böylelikle mutlak güce ulaşmak olması, insanı küçük şeyler peşinde koşmaktan uzak tutarak varılacak en yüksek hedefe ulaştırmaktadır. “Sufi’nin nihai hedefi kendisini yok etmek değil, Allah’ta yeni bir yaşama erişmektir.”

   Tasavvufi düşünceye göre duyularımızla yaşadığımız hayat ve ruhun dışında bulunan her şey kötülüğü barındırmaktadır. İyi ve doğru insan, Tanrı yolunda olgunlaşıp gelişen ve başka amacı olmayan insandır. “Çünkü her insan yaratılmış bir varlık olarak gizli özünde Allah’tan başka bir şey olamaz ve insan, Allah’ın bilgisinin nesnesi olarak ilahi tek olan Tanrı ile birleşerek bulunur ki, bu da bir çeşit ölüm halidir.

   Tasavvufun en önemli temsilcisi ve İslam’ın en dâhiyane mistik şairi şüphesiz ki Mevlana’dır. Hocası Şems’in esrarengiz bir biçimde katledilmesinden dolayı uzun süre teselli edilemeyen ve Şems için mistik gazeller derlemesi yazan Mevlana’nın bu “hayranlık verici aşk ve hüzün şiirleri tamamen bu aşka, görünüşte dünyevi, ama aslında ilahi aşkın hipostazı olan bir aşka adanmış olağanüstü bir eserdir. Şems’in onuruna başlattığı Sema’da müziği, ruha gerçek vatanını ve son ereğini hatırlatması için kullanmıştır. “Mevlana’nın kurduğu bu tarikatta Semain hem kozmik hem de kelamı bir niteliği bulunmaktadır. Dervişler beyaz tennureler giyerken (bir kefen gibi), sırtlarında siyah hırkalar (mezar simgesi ) ve başlarında uzun bir keçe külah (mezar taşı imgesi) vardır. Dervişlerin içinde döndükleri oda; evreni ve hem güneşin etrafında hem de kendi etraflarında dönen gezegenleri simgelemektedir. Semazenler halkası; birisi iniş eğrisini, ruhların gerileyerek tekrar maddeye karışmasını, diğeri ruhların Allah’a doğru yükselişini, yükseliş eğrisini temsil eden iki yarım halkaya bölünmüştür. Ritim çok hızlanınca Sema’ya katılan Şeyh halkanın merkezinde dönerek, güneşi temsil eder. Bu, gerçekleştirilen birleşmenin doruk noktasıdır.”

   İslam’ın yenilenmesinde çok büyük rol oynayan Mevlana’nın eserleri, dünyanın bir ucundan öteki ucuna kadar okunmuş ve bu yaygınlık, dinsel yaşamın derinleştirilmesinde sanatsal yaratıcılığın önemini kanıtlamıştır.

Reenkarnasyon

   Bilindiği gibi, “Ruh göçü, tekrar doğuş, yeniden doğuş, tenasüh gibi muhtelif terimlerle de ifade edilen reenkarnasyon, eski Mısır, Yunan, Roma ve Kelt dinleri gibi tarihi dinlerce de benimsenmiş bir inanç olmanın ötesinde, bugün yaşayan bir kısım dini sistemlerce de geçerliliği olan bir inançtır.”



   Hinduizm ve Budizm’in de temel inançlarından birisi olan reenkarnasyon anlayışına göre ölüm bir korku vasıtası, bir yokluk değil, bir halden diğerine geçiştir. Bu inanışta olan Hintliler dünyaya her gelişlerinde iyi, doğru ve erdemli davranışlarda bulunarak gelecekteki hayatlarını garanti altına almaya çalışmakta, işledikleri günahlar sebebiyle bitki ve hayvan olarak dünyaya gelmekten çekinmektedirler.

   Aynı reenkarnasyon inancı Budizm’de bazı farklılıklar göstermektedir. Budizm’de reenkarnasyon; kişinin kötülüklerini terk edip, Nirvana’ya ulaşıncaya kadar, çeşitli varlık şekillerinde yükselip alçalarak ölüm ötesindeki hayatına devam etmesidir. Zihin ve beden ihtiraslarından ve kötülüklerinden tamamen arındıktan sonra artık reenkarnasyon yoktur. Bu yüzden “ne olursa olsun, ne kadar zevkli duygulara kavuşulursa kavuşulsun, onlara bağlanmamak, onları sevmemek, dua ederek her bağlılık ve her arzudan kurtulmak gerekir.” Budizm inancının en yüce amacı tekrar
doğmamaktır. Zira dünyevi acılara son vermenin çaresi bir daha ana rahmine girmemenin yolunu bularak kurtuluşa ulaşmaktır.

   Çok yaygın olmamakla birlikte, İslam öncesi Arap inançlarında; atalarının mezarlarına aşırı saygı gösteren Araplar üzgün ve sıkıntılı anlarında onlardan yardım istemişlerdir. İnançlarına göre vefat eden bir kişinin ruhu insan veya insan olmayan canlıların bedenlerinde hayat bulacak güce sahiptir.

   Reenkarnasyon inancının mantık, metafizik ilkelerine dayanan bazı eleştirilere maruz kalmasının yanında; bilimin kanıtlamış olduğu kalıtım yoluyla kazanılan özellikleri reddettiği düşünülmektedir. Buna rağmen; ölümden sonra canlıların ruhlarının herhangi bir beden içerisinde yeniden dünyaya döndüğü düşüncesi, Hint, Mısır ve Yunan kültürlerinde değişik bir biçimde olsa da halen geçerliliğini korumaktadır.

Paganizm

    Paganizm; kökenleri dünyanın doğa dinlerine uzanan, spritüal bir yaşam tarzıdır. Her şeydeki kutsallığa olan inançları, doğanın kutsallığını kutlamalarına, var olan her şeyin ilahiliğine saygı duymalarına neden olmuştur. Bir pagan için her erkek, her kadın ve her çocuk, eşsiz bir varlıktır. Bu inanışta olan kişiler kuvvetli toplum bilinçlerinden ötürü açık alanlara ve ormanlara, tabiatın vahşi hayvan ve kuşlarına derin bir sevgi beslemektedirler. Bireysel ve ruhani deneyimin, bu deneyimi doğal dünya ile kurdukları ilişki aracılığı ile yaşamanın önemini vurgularlar.



   Paganlarda ilahi olanla birleşmenin yolu, kendimizi doğanın gelgitlerine uyumlamak ve içten benliğimizi keşfetmektir. Bu ilahi birleşme, aracı yardımıyla dolaylı olarak değil, kendi deneyimimiz içinde yüz yüze karşılaşılan bir tecrübeyle gerçekleşmelidir. Paganizm yaşamımızın doğal dünyanın ritimleri ile uyum içinde sürmesinde temel rol üstlenen özgür düşünceyi ve yaratıcı insanlardaki pratik zekâyı destekler. Tek bir doğru yolu değil, insanların yaşadıkları yerler ve tarihleriyle değişkenlik gösteren ruh birliğini hedeflemişlerdir.

   Paganizm ’in daima tanrıça kavramını barındıran bir görüş olmasından dolayı, örgütlü tek tanrılı dinlerin çok eski zamanlardan beri kadını kötülemesi çok ilginçtir. Bunun yanı sıra paganizm, hayatın diğer yaşam için bir sınav olduğunu savunan tek tanrılı inanca karşılık fiziksel ölümden sonra yaşamaya, yeniden doğmaya ve sonsuz döngüye inanan bir düşünce biçimidir.

   İnanışlarında Toprak, Hava, Ateş ve Su bu dünyayı ve öteki dünyayı oluşturduğundan beş köşeli yıldız olan pentagramları, bu dört doğa elementini ve hepsini birleştiren ana gücü temsil etmektedir.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hava Kirliliği ve Partikül Madde

KOMPOZIT